17 Ağustos 2017 Perşembe

Kusura Bakmayın Beyler, Bizim Sevdiğimiz Game of Thrones Bu Değildi

UYARI: Bu yazı dizinin 7.sezon 6.bölüme kadar olan kısımlarıyla ilgili ciddi spoiler içermektedir.






Biz Game of Thrones'in gerçekçiliğini sevdik. Fantastik dünya içerisinde bize hissettirebildiği realiteyi sevdik. Kimsenin kimsenin gözünün yaşına bakmadığı, herkesin aslında değersiz ve çevremizden birisi olduğu evreni sevdik. Sevdiğimiz bu evrende herkes iyi ya da kötü kendine yer bulmuştu. Kendi hayatından örnekleri bu evrene aktarabilmişti.

Sen bize koskoca 6 sezon babalar gibi izletmişsin, 6 sezon hiçbir dizi-filmde görmediğimiz evreni yaratmışsın, gözümüzün önünde çat diye Ned'i öldürmüşsün, Tywin'i öldürmüşsün, eyvallah. Fakat her ne hikmetse bu sezon sırf birileri ölmesin, popülizmden kopmayalım korkusuyla olmadık olaylar patlak veriyor, olmadık kişiler olmadık yerlerde bitiveriyor.

Kusura bakmayın beyler bizim sevdiğimiz Game of Thrones bu değildi. Popülist yaklaşımlara düşmemiş, 6 sezon boyunca çizgisinden sapmamış Game of Thrones'i sevmiştik biz. Seyircinin aklıyla dalga geçercesine harcanan diziyi değil.

Kusura bakmayın beyler bizim sevdiğimiz Game of Thrones Jaime'nin bilmem kaç kilo zırhla savaş ortasında suya düşüp de Bronn tarafından suyun altından kilometrelerce öteden çıkartılan Game of Thrones değildi.
Popülizme kapılmış yeni Game of Thrones, klişe diziler gibi, ''birilerinin de ölmesi gerek kontenjanından'' Tarlyler öldürdü oysaki bizim sevdiğimiz Game of Thrones Jaime'yi öldürürdü yada en kötü esir ettirirdi.

Kusura bakmayın beyler bizim sevdiğimiz Game of Thrones'ta adamlar aynı bölüm içerisinde duvarın ötesine geçmez, ölü ordusunu görmez, ölü ordusunu görünce kuzgun yollamaya geri dönmez, o kuzgun ta Dragonstone'a gitmez, ta Dragonstone'dan da ejderha eliyle koymuş gibi duvarın ötesindeki adamları bulup kurtaramazdı. Bu senaryoların yeri ucuz, düşük bütçeli sıradan yapımcıların elidir. Bizim sevdiğimiz Game of Thrones bu değildi.

Hadi diyelim bu kadar kolaydı her şey? Daenerys'in ejderhayla koskoca Westeros'u aşıp duvara gitmesi sadece saatler sürecektiyse biz niye kaç bölümdür bu kızın akgezenlere inanmamasını izliyoruz? Boş vaktinde atlayıp görseydi şu yaratıkları.

Bu kadar basit senaryo da yetmedi sen Jon'a gidip manasız kahramanlık yaptıracaksın, orada saçma sapan hareketlerle dövüştüreceksin, bir de üstüne diğerlerine git dedirteceksin, hepsi yetmeyecek bir de oradan Doğugözcüsü'ne geri döndüreceksin. İnsaf be kardeşim. Seyircilerin aklıyla bu kadar da alay edilmez. 6 sezon bu kadar rahat çöpe atılmaz. Ben buraya kadar bunları söylüyorum bunlardan çok daha fazlası var; ne oluyor, Gendry tam duvarın dibine varıp düşüyor hemen hazırda bekleyen Davos gelip kurtarıyor, yetmiyor, Dany tam Jon'u bırakıp dönecekken Jon geliyor.
Aa, yoksa bunlar her gün televizyonlarda, sinemalarda izlediğimiz filmlerin, dizilerin olmazsa olmaz sahnelerini çağrıştırmıyor mu(!) Hani şu ana kahraman ölmesin de, tüm dünya onun için kurgulanmış gibi görünse de umrumda değilci sahneleri. Ana kahraman klişelerini. Kusura bakmayın beyler, bizim sevdiğimiz Game of Thrones bu değildi.

Peki neden? Çünkü sen Dany'nin Jon'u beklerken gözlerinin dolmasını istiyorsun, neden çünkü senin bu ikili arasında bir aşk hikayesi alevlendirmen gerekiyor, neden tüm popülizm bunun üstüne kurulu.

Kusura bakmayın beyler keşke bu son bölüm olsaydı, keşke Dany, Jon ve diğer hepsi orada ölseydi de Cersei tahttayken dizi son bulsaydı. Biz de çöpe attığımız 6 sezona yanmasaydık.

Ama efendim biz 6 sezon birilerinin oradan oraya gitmesini izledik de aksiyon istiyoruz da bilmem ne de.

Unutmayın beyler biz Game of Thrones'i böyle sevmedik. Biz ''Red Wedding''de sevdik Game of Thrones'i, o sahnede heyecanlandık; sayamayacağımız kadar mantık hatalarıyla dolu, klişelerle bezenmiş bir bölüm bizi sadece güldürür.

Ned Stark birinci sezonda tam ölecekken, tam o kılıcın Ned'in kellesini almasına ramak kalmışken atıyorum bir tane kurt gelip Ned'i kurtarsa bu diziye hangimiz böylesine bağlanabilirdik? Ben kesinlikle bağlanamazdım. Hatta itiraf ediyorum ben Ned öldükten sonra bile Ned'in öldüğüne inanamamıştım. Neden çünkü bu zamana kadar izlediğimiz dizi-filmlerin hepsinde öyle olurdu. Ana karakter ölümün kıyısından döner ama ölmezdi. Fakat Game of Thrones buydu. Hayat gibiydi sevdiklerimizi en önemlilerimizi bizden çat diye alırdı. Bizim sevdiğimiz Game of Thrones buydu.

Bundan böyle Game of Thrones benim için ikiye ayrılır 6. sezona kadar olan kısım benim için efsanedir, 7. sezon ve sonrası ise yüksek bütçeli, klişelerle dolu bir dizi olmaktan öteye geçemez.

Ayrıca bugün popülist yaklaşımlarla bitirilen koskoca evreni, koskoca prodüksiyonu gördükçe George R. R. Martin ne büyük adammış diyorum. Diziden elini eteğini çekince dizinin halini gördük.

Bundan sonra sadece çıkacak olan yeni kitaplar için gün sayarım. Saygılar üstat.



15 Mayıs 2017 Pazartesi

Edebiyat Tarihini Baştan Aşağı Değiştirecek Komplo Teorisi ! Ömer Seyfettin ve Tevfik Fikret Aynı Kişi Mi ?

  Yazıya başlamadan önce bu yazıda yer alan hiçbir cümlenin kanıtlanmış bir gerçekliğinin bulunmadığını ve sadece bir fikir olduğunu dile getirmek isterim.


  Bilindiği üzere Tevfik Fikret, Servet-i Fünun topluluğunun baş ismi ve en büyük şairlerindendir. Şiirlerinde çağdaşlık, batıcılık öne çıkar. Buna bağlı olarak şiirlerinde Fransızlardan gördüğü nazım biçimlerini, değişik şiir tekniklerini sıklıkla kullanır. Kısacası tamamıyla batıya dönük bir sanatçımızdır, diyebiliriz. Aynı zamanda Galatasaray Lisesi'nin sembol isimlerindendir.

  Ömer Seyfettin ise Milli Edebiyat akımının öncülerinden olup edebiyatımızda öyküleriyle öne çıkmış bir yazardır. Türkçülük akımını destekleyen yazar, halka bu düşünceyi açıklamaya çalışmış ve milli değerlerimizi batıdan üstün tutmuştur. Tevfik Fikret'in aksine halkın anlayabileceği bir dille, öz Türkçe ile yazılarını yazmıştır.


  Buraya kadar olanlar bilinen edebiyat kitaplarında yer alan kısmıydı. Buradan sonraki kısımların tamamen iddia olduğunu ve hiçbir gerçekliğinin bulunmadığını belirterek Ömer Seyfettin ve Tevfik Fikret'in aynı kişi oldukları iddiasının dayanak noktalarını şu şekilde sıralayabiliriz:

  1) Öncelikli olarak Ömer Seyfettin ile Tevfik Fikret'in fiziksel olarak neredeyse aynı olduğu, Ömer Seyfettin'in sadece Tevfik Fikret'in biraz yaşlı hali olduğu gözümüze çarpıyor.

Ömer Seyfettin: 


Tevfik Fikret: 


  2)  Tevfik Fikret'in, Servet-i Fünun'un dağılmasından sonra kendini Aşiyan'daki evinde inzivaya çektiği bilinmektedir. Bu olay 1910'lu yıllara rastlar. Ne tesadüf ki, Ömer Seyfettin'in edebiyat dünyasına adım atışı, Tevfik Fikret'in inzivaya çekilişinin hemen ertesi yılına, 1911'e, rastlar. (kaynak: https://www.turkedebiyati.org/genc-kalemler.html)

3) İddiamız genel olarak Tevfik Fikret'in edebiyat hayatına 1911 yılından sonra hem Tevfik Fikret hem Ömer Seyfettin ismiyle devam ettiği yönündedir. Peki Ömer Seyfettin adı nereden gelmektedir? Daha önceden de bahsettiğimiz gibi Tevfik Fikret Galatasaray Lisesi'nin sembol ismidir. Galatasaray Lisesi'nde okumuştur daha sonrasında ise öğretmenlik, müdürlük gibi görevler yapmıştır. 
  Galatasaray Lisesi'nin ana kapısından girdiğinizde karşısına Galatasaray Lisesi'nde okurken ülkemiz için şehit olanların isimleri çıkmaktadır: 




  Görüldüğü gibi sol alt kısımda Ömer Seyfettin ismi yer almaktadır. Sizce o dönemde Galatasaray Lisesi'nde okurken şehit olan bir lise öğrencisi ile Milli Edebiyat akımının öncüsünün aynı adı taşıması tesadüf olabilir mi?
  
4) Peki bu isim değişikliğinin sebebi nedir? (Bu kısım tamamıyla fikir mahsulüdür.) Öncelikle Tevfik Fikret, zamanında, edebiyat çevreleri tarafından bilinen, ünlü bir şairdir. Fakat herkes onu batı taraftarı olarak tanımaktadır. İlk zamanlarında gerçekten de öyle olan Tevfik Fikret, Galatasaray Lisesi'nden tanıdığı Ömer Seyfettin ile yakın münakaşalar içine girer ve yüz seksen derece değişir. Artık kendi kültürünü, milli değerlerini yüceltmek istemektedir. Fakat daha önceleri edebiyat çevrelerinde bıraktığı intiba yüzünden bunu yapamamaktadır. Çünkü bir anda böyle bir değişim geçirmesi onun itibarını neredeyse sıfıra indirecektir. Servet-i Fünun'un dağılmasından sonra toplumcu bir çizgide ilerlediğini bildiğimiz Tevfik'e bu kafi gelmez. Çözüm yolu olarak Aşiyan'daki evinde inzivaya çekilmiş süsü verir. Bu noktadan sonra 1911'de Milli Edebiyatın öncüsü olarak karşımıza çıkan Tevfik Fikret, Galatasaray Lisesi'nden tanıdığı ve vatan aşkıyla yanıp tutuşan Ömer Seyfettin ismiyle karşımıza çıkar.

5) Edebiyat kitaplarında bilinen Ömer Seyfettin'in ve Tevfik Fikret'in eserlerine baktığımızda ise gene enteresan tesadüfler görmekteyiz. Serveti Fünun topluluğundayken bolca aruz vezniyle şiir yazan Tevfik Fikret, dönüşüm geçirdiği 1910'lu yıllardan sonra yazdığı şiir kitabında ise (Şermin-1914) Milli Edebiyatçıların kullandığı, uzun yıllardır milli ölçümüz olan hece ölçüsünü kullanır.
Ömer Seyfettin'e baktığımızda ise daha enteresan tarihlerle karşılaşmaktayız. Ömer Seyfettin 1911-1914 arası hiçbir roman veya öykü yayımlamamıştır. Ömer Seyfettin ismiyle yayımlanan ilk kitap 1918 yılına rastlar. Bu tarihte gerçek Ömer Seyfettin'in (Galatasaray Lisesi'ndeki) şehit olmasından sonradır. Açıkça görüldüğü gibi Tevfik Fikret, Ömer Seyfettin adıyla yazdığı kitaplarını Galatasaray Lisesi'nden tanıdığı ve çok sevdiği (gerçek) Ömer Seyfettin şehit olunca yayımlamıştır. Bu sayede onun adını ve fikirlerini yaşattığını düşünüyor olması kuvvetle muhtemeldir.
Edebiyat kitaplarında yer alan Ömer Seyfettin hakkındaki bir başka enteresan gerçek ise çoğu kitabının kendisi öldükten sonra yayımlanmasıdır. Anlaşılan o ki Tevfik Fikret, Ömer Seyfettin ismiyle yazdığı kitapların hepsini yayımlamaktan çekinmiştir.

6) Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul gibi Türkçülük akımıyla ilgili önemli şiirler yazan şairlerin arasında Ömer Seyfettin'in niye hiçbir şiiri öne çıkmamıştır? Ömer Seyfettin de tıpkı Ziya Gökalp ve Mehmet Emin Yurdakul gibi Türkçülük akımını desteklemektedir fakat onlar gibi şiirleri ile öne çıkmaz. Bu noktada Tevfik Fikret'in Ömer Seyfettin kimliğiyle ifşa olabileceği endişesi yatmaktadır. Öyle ki Ziya Gökalp'in yazdığı, Türk Mitolojisi'nde önemli bir yeri olan ''Kızıl Elma'' şiirine karşılık, ''Kızıl Elma Neresi'' adlı öyküyü yazar. Çünkü şiir yazarsa gerçek kimliği açığa çıkması riski vardır. Unutmayalım ki Tevfik Fikret üslup olarak tanınan bir şairdir.

7) Son olarak Ömer Seyfettin'in ölümü konusunu hepimiz duymuşuzdur. Tek başına, kimsesiz bir şekilde ölür ve ardından kadavra olarak kullanıldığı söylenir. Peki bunun nedeni nedir? Tevfik Fikret, Ömer Seyfettin kimliğine büründüğü için ifşa olacağı endişesiyle kimseyle arkadaşlık kuramamaktadır ve buna bağlı olarak herhangi bir çevresi yoktur. Bu yüzden ölümü yalnız ve hazin olur. 


  Gerçekten önemli dayanak noktaları olan bütün bu komplo teorisinin sadece bir iddia olduğunu unutmamakla birlikte içimde her zaman bir şüphe kalacağını da belirtmek isterim.




1 Nisan 2017 Cumartesi

Türkçülüğün Esasları'ndan Öne Çıkanlar

  Ziya Gökalp 1876-1924 yılları arasında yaşamış, Türkçülük fikrinin öncüsü kabul edilen şair, yazar ve siyasetçimizdir. Dünya genelinde Fransız İhtilali sonucu artan milliyetçi görüş akımlarının bir sonucu olarak Osmanlı Devleti'nde 19. yüzyıl sonunda ortaya çıkan Türkçülük, Türk halkının kültürel ve politik birliğini amaçlar. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı kitabında Türkçülüğün ne olduğunu, programının ve yönteminin neye dayandığını anlatmıştır. Anlatılanlar tarihi ve o anki şartların gerçekliğinden ilham alınarak derlenmiş ve Ziya Gökalp'in sosyoloji ile yakın olmasından dolayı, sosyoloji biliminin çerçevesinden yorumlanmıştır.

 


  Öncelikli olarak kitap 1923 yılında, Milli Mücadele'nin sona erdiği ve yeni Türk Devleti'nin kurulduğu yıllarda kaleme alınmıştır. Bu sayede kitapta yazıldığı döneme ait birtakım gerçekleri açıkça görebiliyoruz. Bu dönemde bildiğimiz gibi aydınlarımız yüzünü batıya çevirmiş ve batıyı örnek alma yoluna gitmiştir. Bu durum Ziya Gökalp'e de tesir etmiş ve bir Türk'ün temel özelliklerinin şu şekilde olması gerektiğini söylemiştir:

''Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim.'' (sf. 61)

 

  Ziya Gökalp, Şark medeniyetinin Garp medeniyetine göre geri kaldığını ve bizim de Garp medeniyetine dahil olmamız gerektiğini açıklamıştır. Fakat Garp medeniyetine dahil olurken kendi kültürümüzü muhafaza etmemiz gerektiğini üstüne basa basa vurgulamıştır. Bu noktada Tanzimatçıların batıya yönelişlerine bir eleştiri getirir ve onların tamamıyla batı özentisi olduğunu ve batının yanlış taraflarını aldıklarını dile getirir.

 


  Ziya Gökalp'in kitabında en çok eleştirdiği konulardan bir tanesi de Osmanlı Devleti'nde Türk kavramının arka plana atılmış olmasıdır. Osmanlı Devleti'nin Arap ve Acem kültürlerinin etkisinde kaldığını belirtir ve hatta Osmanlı'da insanların ''Türk'üm'' diyemeyecek hale geldiğini söyler. Türklerin Osmanlı Devleti içindeki durumunu şu şekilde açıklar: 

 

  Ziya Gökalp, dilde yaşanan değişime de kitapta büyük yer ayırır. Osmanlıca dediğimiz dilin suni bir dil olduğunu (ilginçtir, bu yönüyle Osmanlıca diline Esperanto benzetmesi yapar) ve bu dilde her kelimenin Arapça, Acemce ve Türkçe karşılığının olduğunu, bu durumunda dilin mükemmeliyetini düşürdüğünü öne sürer. Fakat dilde mükemmeli yakalamak için çözüm olarak dilimizden Arapça ve Acemce kelimeleri atmayı görmez. Halkın diline yerleşen Arapça ve Acemce kelimelerin atılmasına karşı çıkar çünkü halk bu kelimelerin Türkçe karşılıklarına aşina değildir.

 

  Ziya Gökalp, dil ile birlikte edebiyata da kitabında önemli bir yer ayırmıştır. Bu noktada bizim milli edebiyatımızın Halk Edebiyatı ve milli ölçümüzün hece ölçüsü olduğunu öne sürer ve halk masallarını, şiirlerini, özdeyişlerini yaşatmamız gerektiğini savunur. Bu iddiasına kanıt olarak Divan Edebiyatı'nın bize ait bir yönü olmadığını belirtir. Fuzuli, Nedim gibi bazı divan şairlerimiz aruz ölçüsünü Araplardan, Acemlerden özenerek almışlardır. Bu yüzden adı geçen kültürleri(dilleri) tanıyan şairler aruz vezniyle yazarken köylerimizde yetişmiş şairlerin hece ölçüsüyle yazdıklarına değinir. Aynı şekilde Arapların ve Acemlerin kendi milli ölçülerinin aruz ölçüsü olduğunu, bu yüzden de onların köylerinde yetişmiş şairlerin aruz ölçüsüyle yazdıklarını söyler. 

  Türkçülüğün Esasları'nda Türklerin ortak paydası vatan sevgilerine ve bu sayede bir millet şuuru oluşturduklarına da değinilmiştir. Yazıldığı dönemde zaten herkes tarafından açık seçik görülen bu durumu Ziya Gökalp şu şekilde ifade etmiştir: 

 

  Bu konuya bir başka örnek olarak ise Mete Han'ın şu anısını örnek göstermiştir: 

 


    Kitapta ayrıca değinilen önemli konulardan biri de Türklerdeki ahlaktır. Ziya Gökalp geçmişte kurulan Türk Devleti'nden örnekler vererek Türklerin hiçbir zaman emperyalist bir yapıya bürünmediğini, her zaman barış yanlısı olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Türklerin kimsenin dinine veya kültürüne bir müdahale de bulunmadığını da ifade etmiştir. Bu durumun temellerini eski Türk Devletlerindeki Gök Tanrı inancına dayandırır. Bu iddiasını günümüzde hala kullandığımız ''İl mi yaman, bey mi yaman?'' atasözüyle destekler. Bu atasözünde ''il'' kelimesi milleti temsil etmekte ve milletin beyden (handan) üstün olduğunu anlatmaktadır. Türklerdeki ahlak olgusunu ise şu şekilde anlatır: 

 

  Son olarak ise Ziya Gökalp, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'e büyük bir hayranlık duymaktadır. Onun Türkçülük fikrine bağlı olarak hareket ettiğini ve Osmanlı'nın yapamadığını yaparak Türklere hak ettiği değeri verdiğini söyler: 

 

18 Mart 2017 Cumartesi

Çanakkale Destanı

  Her 18 Mart tarihi içimizin ürpermesine neden olur, sanki o tarihleri yeniden yaşıyormuş gibi manevi açıdan yüklü bir gün olarak geçer. Bugün de onlardan birisiydi. 102 yıldır azalmasının aksine artarak devam eden bu güçlü hissiyat her daim kalbimizde yaşayacak olmasıyla birlikte bizlere vatan sevgisi olarak yansıyacaktır. Bu vatan uğruna atalarımızın yaptıklarına karşı duyduğumuz saygı her geçen saniye artacaktır. Bugün Çanakkale Zaferi'nin 102. yıldönümü. Bu zaferle beraber sadece düşmanları Çanakkale'den atmadık, aynı zamanda Milli Mücadele'nin oluşma sürecinde de altyapı dayanağımızı oluşturduk. Bu anlamlı mazimizden hareketle, milletimizdeki vatan, bayrak, millet sevgisi hiç azalmamasını ve bizlerin ecdadlarımıza layık birer evlatlar olabilmemizi temenni ediyorum. Bütün şehitlerimizden Allah razı olsun, ruhları şâd olsun.




'' Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. 
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i... 
Bedrin arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. 
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? 
Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın. 
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... 
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb. 
Bu, taşındır diyerek Kâbe'yi diksem başına; 
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, 
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; 
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan; 
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; 
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem; 
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... 
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. ''

                                    (Mehmet Akif Ersoy) 


 


   
  Turkcell'in öncülük ettiği; https://www.canakkaleyemektuplar.com/  internet adresi üzerinden, 1915'te Çanakkale'de şehitlerimizin ailelerine, sevdiklerine yazdıkları mektupları görüntüleyebilmekteyiz. Aynı şekilde o dönem maalesef cevapsız kalmış bazı mektuplara kendimiz bir şeyler yazarak cevap verme imkanını da bulabiliyoruz. Bu sitenin şehitlerimize olan hissiyatlarımızı, minnettarlıklarımızı bu güzel günde, ifade edebilmede çok etkili olabileceğini düşünüyorum.Ben de bu uygulamaya destek vererek, şu şekilde bir mektubu yanıtladım: 

'' EY ŞANLI TÜRK ASKERİ!..

BUGÜN MİLLETÇE DESTAN YAZDIĞIMIZ ÇANAKKALE ZAFERİNİN ÜZERİNDEN TAM 102 YIL GEÇTİ. YILLARIN FAZLALIĞINA BAKIP DA SİZLERİ UNUTTUĞUMUZU SAKIN DÜŞÜNMEYİN. VATANIMIZIN HER BİR FERDİ HEPİNİZE MİNNETTARDIR. BU MİLLET KOCA BİR ASIR GEÇMESİNE RAĞMEN VERDİĞİNİZ EMEKLERİN, GÖSTERDİĞİNİZ KAHRAMANLIKLARIN HEPSİNİ HAFIZASINDA VE HATIRINDA YAŞATMAKTADIR. 

SİZLERDEN VE ULU ÖNDERİMİZ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'TEN ALDIĞIMIZ CESARETLE BU VATANI, AL SANCAĞI SONUNA KADAR KORUYACAĞIZ. TIPKI SİZLER GİBİ VATAN, MİLLET, BAYRAK SÖZ KONUSU OLDUĞUNDA HİÇBİR ŞAHSİ MENFAAT GÖZETMEYECEĞİZ. SİZLERİN BU VATAN UĞRUNA CANLARINIZI VERİRKEN BİR SANİYE BİLE TEREDDÜT ETMEDİĞİNİZ GİBİ BİZLER DE AYNI DUYGULARLA AYNI ŞUURLA AYNI VATAN SEVGİSİYLE KANLARIMIZIN SON DAMLASINA KADAR MÜCADELE EDECEĞİZ. İSTİKLAL MARŞI ŞAİRİMİZ MEHMET AKİF ERSOY'UN BİZLERİ UYARDIĞI GİBİ ECDADLARIMIZIN UYUMADIĞININ, BU VATANIN BİZLERE ECDADLARIMIZIN MİRASI OLDUĞUNUN HER DAİM BİLİNCİNDE VE HİSSİYATINDA OLACAĞIZ. 

VATAN UĞRUNA CANINI VERMİŞ YİĞİDİM, İNŞALLAH CENNETİN EN GÜZEL YERİNDESİNDİR! TÜM ŞEHİTLERİMİZİN RUHU ŞÂD OLSUN. MEKTUBUMU İSTİKLAL MARŞIMIZIN SON İKİ DİZESİYLE BİTİRMEK İSTİYORUM:

''HAKKIDIR HÜR YAŞAMIŞ BAYRAĞIMIN HÜRRİYET,
HAKKIDIR HAKK'A TAPAN MİLLETİMİN İSTİKLAL!''






3 Mart 2017 Cuma

Tarih Şuuru

  Milletleri millet yapan birkaç temel kavram vardır. Bunlar dil, kültür ve ortak bir tarih şuurudur. Kültürler milletlerin yaşantılarından ortaya çıkar. Keza dilleri de kültürlerinden etkilenerek şekillenir. Bu kavramların her biri her millet için farklı anlamlar ifade eder. Çünkü her milletin kendi öz yaşantısı ve dili vardır. Bütün bu değerlerle bir arada yaşayan topluluklar milletleri oluşturur. Milletlerin oluşabilmesi beşeri yollarla gerçekleşemez. Bugün aynı coğrafyada yaşayan fakat belli bir ortak değerleri olmayan insanlardan kurulu devletler, insanlarına tarih şuuru aşılayarak adeta bir millet yaratmaya çabalamaktadırlar. Bu çabanın arkası yoktur, çünkü tarih şuuru yapay faktörlerle ortaya çıkamaz, zaman içinde doğal olarak oluşur.

  Tarih şuuru milletlerin geçmişinden, yaşantılarından, mücadelelerinden ortaya çıkar. Nasıl ki daha uzun süredir tanıdığımız, vakit geçirdiğimiz bir dostumuzu yeni tanıştığımız birine göre kendimize daha yakın görüyorsak, tarih şuuru da bu şekilde milletleri kökten bağlayarak bir arada tutar. Aynı şekilde kendi memleketimizden birini gurbetteyken görünce ona sımsıkı bir sarılma duygusu hissederiz. Bu hissiyatların temelinde derin izler vardır. Milletlerin tarih şuurları da beyinlerin en kadim noktalarında meydana gelir. Oluşması için yüzyıllar geçmesi gerekir. Ve sonrasında ise bu şuurun kaybolması, temelindeki derin izlerin silinmesi çok zor ve hatta neredeyse imkansızdır.

  Bugüne kadar geçmişini inkar eden herhangi bir topluluğun yükseldiği görülmemiştir. Ya da daha bireysel bakacak olursak, tarih şuuru olmayan herhangi bir kişinin toplumlara önderlik ettiği dahi görülmemiştir. Çünkü bir topluma önderlik edip ileriye taşıyabilmek o milletin tarihini bilip iyi analiz etmekten geçer.

  Bu noktada kendi öz tarihimizi ele aldığımız vakit, Tanzimat Dönemi'nden itibaren kendi tarihimize karşı bir kötüleme çabası içine girdiğimiz görülmektedir. Özellikle bu dönemde batıya açılan kapılar, Avrupa özentiliği ve hayranlığı, bunun sonucunda dilimize giren yabancı kelimeler son derece artmıştır. Tanzimat Dönemi edebiyatçılarından ve aynı zamanda devlet adamı da olan Ziya Paşa'nın şu beyitlerinde:

  İslam imiş devlete pa-bend-i terakki
  Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı

  Milliyeti nisyan ederek her işimizde
  Efkar-ı firengiye tebaiyyet yeni çıktı

gördüğümüz gibi kendi kültürünü, milliyetini hakir gören unsurların bu dönemde yeni çıktığını anlıyoruz. Fakat yine de bu dönemin bir başka aydını olan Namık Kemal, eserlerinde yaymaya çalıştığı vatan, milliyet gibi düşüncelerle batılılaşmayı kendi kültüründen vazgeçmek olarak anlayanlara bir tarih şuuru aşılamaya çalışmıştır.

  19. yüzyıl Tanzimat Dönemi'nde başlayan bu değişim günümüze kadar artarak devam etmiştir. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün ''Evvela bir millete tarihi, asil bir millete mensup bulunduğunu, bütün medeniyetlerin anası olan ileri bir medeniyetin çocukları olduğunu öğretmeliyiz.'' demesine rağmen tarih şuurumuz git gide zayıflamaktadır. Bunu aşmak için en büyük yol göstericimiz Atatürk'ün tavsiye ettiği gibi bu millete ileri bir medeniyetin çocukları olduğunu öğreterek, tarih şuurunu kuvvetlendirmemiz gerekmektedir.

  Günümüze kadar tarih şuurumuzda meydana gelen bu zayıflama, dilde de etkisini göstermiştir. Bugün bir Türk genci önderinin yaklaşık 90 yıl önce Nutuk'unda söylediği kelimelerin tamamını anlayamamaktadır.
  Bununla beraber Osmanlı'nın özellikle son dönemine damga vurmuş İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin anlamını şu anda sözlüğe bakmadan bilemememize rağmen İngilizcesini yani ''The Committee of Union and Progres'' tabirini birçoğumuz anlayabilmektedir. 90-100 sene gibi kısa bir zaman içinde dilimizin nasıl bu kadar çabuk değiştiğini sorgulamak en tabi görevimizdir. Bununla beraber, bundan sonraki süreçler için dilimizi tam anlamıyla öğrenmek ve sonuna kadar korumak adına elimizden geleni yapmalıyız. Çünkü bizi bugüne kadar bir arada tutmuş ve bundan sonrada bir arada tutacak olan hazinemiz dilimizdir.
  Bugün Osmanlı kaynaklarını yalnızca o kaynakları okuyup anlayabilen insanlardan öğrenebiliyoruz. Halbuki bu kaynakları herkesin kendi başına okuyup anlaması ve değerlendirmesi gerekmektedir. Bunu yerleştirebilmek için de tarih şuurumuzu en ileri noktaya götürmeli ve bizi biz yapan değerlerden kopmamamız gerekmektedir.





18 Şubat 2017 Cumartesi

Toplumsal Değişimler

  Toplumsal değişimler sancılı süreçlerdir. Yıllar boyu süregelmiş alışkanlıkları, zihin yapısını değiştirmek oldukça güçtür. Bu değişimlerin kolaylıkla gerçekleştiğine tarihsel süreç tanıklık etmemiştir.

  İnsan beyni bir konu hakkında ilk duyduğuna inanmaya hazır vaziyettedir. Bir konu hakkında bir şeyler duymuş bir insan beyni aynı konu hakkında, kendi duyduğunun tam zıddını duyduğunda bir refleks olarak, daha önceden duyduğuyla ters düşen bu şeyi reddeder. Bu davranışı içgüdüsel olarak yapar. Bir bakıma bu davranış ön yargının bir çeşididir. Yıllardır dünyanın yuvarlak olduğunu duymuş bir insana dünyanın düz olduğunu söylediğinizde refleks olarak sizi reddedecektir. Hatta sizin sunacağınız argümanları bile dinlemeyebilir. Çünkü beyin onu, bir şekilde öyle duymuştur ve artık ön yargının katı duvarlarına kendini hapsetmiştir.

  Toplumsal değişimlerin zorluğu da ön yargılar tarafından beynin etrafına örülmüş bu duvarların sertliğinden kaynaklanır. Tarihsel süreçte kuşaklar boyu kendi inandığı olgularla yaşamış toplumlarda değişiklik yapılabilmişse bu çok uzun yıllar almıştır. Örneğin mutlak monarşiden cumhuriyete geçiş yıllar sürmüştür. Bununla beraber, yıllarla kalmayıp birçok kayba da neden olmuştur.

  Toplumlarda birkaç bireyin ön yargı duvarı aşıldığında geri kalan duvarların aşılması ilkinden daha kolay gerçekleşir. İnsanın tamamen kendini kollama, yalnız hissetmeme güdüsünden gelen bu hareketle beraber toplumlarda ikilikler meydana gelir. Yani bir toplum herhangi bir değişikliğe tamamıyla kapalı olabileceği gibi, toplumdan birilerinin ateşlediği ufak bir fitil toplumun ikiye bölünmesine ve çatışmasına yol açabilir. Bu durumun nasıl gelişeceği, o toplumu nereye götüreceği ve ötesinde o toplumu neler beklediğinin önceden kestirilebilmesi imkansıza yakındır. Çünkü o toplumun hangi tarafa yakın olacağını veya hangi tarafın yapılan mücadeleyi kazanacağı tahmin edilemez. Bu noktada insan beyinlerindeki katı ön yargı duvarlarının aşılması için yapılan psikolojik çalışmalar devrededir. Geçmişte yazılı medya, günümüzde görsel ve sosyal medya hep bu konuda birer araçtır. Bu araçları hangi tarafın kazanacağını bilemez, dolayısıyla galibi de önceden kestiremezsiniz.

   Eğer tarihi olaylara merakınız varsa tarihte gerçekleşmiş olan olayları, devamında etkisini günümüze kadar sürdüren olayları bu bakış açısıyla incelediğinizde önceden kestirilemeyen bu durumların günümüzdeki etkilerini açıkça görebilirsiniz. Gördükleriniz bugünümüze cevap niteliğinde olacaktır.






27 Ocak 2017 Cuma

Tiryaki Sözleri - I

  Cenap Şehabettin 1870-1934 yılları arasında yaşamış, Servet-i Fünun dönemi şair ve yazarıdır. Özellikle şiirleri ve gezi yazılarıyla öne çıkar. Bu yazımda kendisinin ''Tiryaki Sözleri'' adı altında kitaplaştırdığı yaklaşık 1800 tane sözün üçte birinde gördüğüm altı çizilmeye değer sözleri paylaştım. Geri kalan kısımdaki değerli sözleri de ilerleyen günlerde paylaşacağım.

1) Boş mide haykırır derler, biz de ilave edelim. Dolu ağızların sesi çıkmaz.

2) Dünya çok çabuk döndüğü için rengi belirsizdir.

3) Fenalığımızı kendimiz suiistimal ederiz, iyiliğimizi başkaları suiistimal ederler.

4) Aşkın en büyük mucizesi kendi varlığına hepimizi inandırmasıdır.

5) Karga ne kadar adını değiştirse sesinden tanınır.

6) XIV. Louis: ''Devlet benim!'' dermiş. Diyebilsek hangimiz demezdik?

7) İçinde yaşadığı zamanı beğenmemek aczin en şâyi şeklidir.

8) Hayat hiç şüphe yok ki bir komedyadır. Fakat içinde çoğumuz ağlarız.

9) Tarihe insan her istediğini söyletebilir mademki ölüler itiraz edemezler.

10) Tesadüfün yükselttiği adamlar hakikaten yüksek adamlardan daha yüksek görünürler.

11) Sürüden ayrılanı sürü sevmez.

12) Biraz araştırırsanız elmas da kömürdür.

13) Gariptir, yükü çeken manda ses çıkarmaz da kağnı inler.

14) Altın törpü ile eğelenemeyecek pençe yoktur.

15) Doğruyu söylemek değil anlatmak güçtür.

16) Edebiyat sarayında dikkat ettim en çok sesi çıkanlar darüssade ağaları(kızlar ağaları).

17) Dimdik ve dosdoğru yürü, hiç olmazsa boyundan kısa görünmezsin.

18) Suiistimale müsait olmayan kanun yoktur, eğer tatbik edeceklerde suiistimal iştihası varsa kanun değişmekle suiistimalin ancak şekli değişir.

19) En ağır angarya: Faydasızlığından emin olduğun işi vazife namına ifa etmek.

20) Tarih biraz kadın ruhludur. Büyük vakaların çoğunu el altından karanlıkta hazırlar.

21) Çok kere muhatabımızı dinlerken neyi izhar (gösterme) değil, neyi izmar (ört-bas) etmek istediğini düşünürüz. 

22) Her şeye gülmek delilik, hiçbir şeye gülmemek de akılsızlıktır.

23) İneği istihkar edenler (hakir görenler) alelekser pastırmayı çok sevenlerdir.

24) Parasız kalmamak istiyorsan ihsandan (bağıştan) değil ikrazdan (borçtan) çekin.

25) Aşk yolunun garip yokuşları ve inişleri vardır: Çıkarken baş döner, inerken gönül bulanır.

26) En acınacak mahluk kaplumbağalarla beraber yürümeye mecbur olan küheylandır.

27) Köhne fikirler paslanmış çivilere benzer. Söküp atmak çok güçtür.

28) Koyunlarını korumak isteyen çiftçi ağılın kokusunu kurda duyurmaz.

29) Eşeği mektep müdürü yapan dersanelerin ahıra döndüğünden şikayet etmemelidir.

30) Hasetlerin en zehirlisi midenin hasedidir.

31) Enbiyanın bulunmadığı yerde evliya bolluğu görülür.

32) Tembelin iki meşhur bahanesi: ''Param yok!'' , ''Vaktim yok!''

33) Mektepte okuduğumuzu hayatta öğreniriz.

34) Balıklar şüphesiz: ''Kainat mâyidir.'' derler. Bizim malumatımız da belki o kadar nisbidir.

35) Herkesi tenvir etmek isteyen muallimler mum gibi erimeye razı olmalıdırlar.

36) Aşkın en tatlı parçaları başındaki ümit ile sonundaki hatıralardır.

37) Sâyede yaşayanlar güneşi göremezler.

38) Gençlik çabuk geçer derler. Malesef ilave edeyim ki ihtiyarlık da öyledir.

39) Aslan yelesinde kehle (bit) aranmaz.

40) Hakikat güneşini örten bulutların en kesifi menfaattir.

41) Hakkı kuvvetlendiremeyenlerdir ki kuvvete hak derler.

42) Meşe gölgesinde filizlenen yosunlardan çoğu kendisini meşe fidanı sanır.

43) İnşallah eken maşallah biçer.

44) Aktörlerle farkımız: Onlar komedyayı bile bile oynarlar.

45) Ölüm fikri hayat safhalarını ne güzel tahdid eder: Çocuklukta anlamayız, gençlikte inanmayız, orta yaşta o bize görünür, ihtiyarlıkta biz ona bağlanırız.

46) Ramazanda oruç tutmayan bayramın tadını duyamaz. 

47) Güneşte oturan ışıktan yılmaz.

48) İlaâhire (vesaire) sözünü pek severim, hafızamın ayıbı örttüğü için. 

49) Son Avrupa seyahatimden şu kanaatle döndüm: Harb-i Umumi makineden başka medeniyet eseri bırakmamış!

50) Tam bîtaraflık (tarafsızlık) insan harcı değildir.

51) Bir serzeniş ne kadar haklı ise muhataba o derecede kaba görünür.

52) Her zenginlik düşman yaratır. Fikir zenginliği hepsinden ziyade.

53) Ummadığımız ağızlardan çıkınca hakikat deli saçması gibi görünür.

54) Kendi cehlini (cahilliğini) örtbas etmek için en müessir çare başkalarının cehlinden yüksek sesle şikayet etmektir.
  

Kusura Bakmayın Beyler, Bizim Sevdiğimiz Game of Thrones Bu Değildi

UYARI: Bu yazı dizinin 7.sezon 6.bölüme kadar olan kısımlarıyla ilgili ciddi spoiler içermektedir. Biz Game of Thrones'in ger...